3 Mayıs 2015 Pazar

Biyografi, Otobiyografi, Anı, Nehir Söyleşiler

1.Biyografi
          1.1. Tanımı
Köken olarak, yaşam ve yazmak anlamlarına gelen, Yunanca “bios” ve “graphein” kelimelerinden türemiş olan biyografi, en basit hali ile yaşam öyküsü olarak tanımlanabilir. Ancak daha geniş bir tanımı yapılmaya çalışıldığında, her araştırmacı ve yazarın kendine göre biyografide olmasını istediği özellikler tanım olarak nitelendirilmektedir. Bu nedenle biyografinin herkes tarafından kabul görmüş bir tanımı yoktur. Otto Fest biyografiyi, edebiyat ve tarih bilimi öğelerinin kaynaşmasıyla ortaya çıkan yaşam öyküsü olarak tanımlamıştır. (bkz Zengin, 1994). Bu tanımda da görüleceği gibi biyografi hem tarih hem de edebiyat bilimi alanında çalışma sahası oluşturan bir tür olarak algılanmaktadır. İngiliz yazar John Dryden ise biyografiyi, belirli kişilerin yaşamlarının tarihi olarak tanımlamıştır.(bkz Karaca, 2014). Birçok araştırmacı ve yazar tarafından öne sürülmüş tanımlardan yola çıkarak diyebiliriz ki biyografi, bir kişinin hayatına dair kişisel anılardan ya da yazılı belgelerden edinilmiş bilgilerin derlenerek, yorumlanarak ele alınan kişinin hayatının tanıtılmasıdır.

1.2. Tarihi ve Gelişimi
Biyografinin tarihi, edebiyat kadar eskidir. Eski çağlardan günümüze ulaşan kahramanlık destanlarında, ölülerin ardından yakılan ağıtlarda biyografik özelliklere rastlamak mümkündür. İncil, Kuran gibi ilahi eserlerde din büyüklerinin hayatlarının anlatılması da bu türün örneklerinden sayılabilir. Bunun yanı sıra Göktürk ve Orhun Abidelerinde liderlerin hayatlarına dair verilmiş bilgiler de biyografiktir. (bkz Zengin, 1994).
İlk biyografik eserlerin Antik Yunan döneminde verildiği söylenebilir. Bu eserlerin öncüsü ve biyografinin gelişim sürecinin başlangıcı olan eser ise Plutarch’ın Paralel Hayatlar adlı kitabıdır.
Antik Yunanda parlak bir dönem yaşayan biyografi türü, Orta Çağ’ın baskıcı tutumu ile gelişimine ara vermiştir. Bu dönemde papa, aziz, keşiş, rahip gibi dini kişiliklerin yaşamlarını anlatarak topluma Hıristiyanlığı sevdirmeyi amaçlayan “Hagiography” türü ön plana çıkmıştır.(Karaca, 2014; Çelebioğlu, 2007). Bu dönem sonunda İtalyan sanatçı Boccacio tarafından yazılan biyografik eserler ile biyografi türü tekrar değer kazanmıştır.
17. yüzyılda Francis Bacon’ın teşvikleriyle biyografinin gelişimi hız kazanır. “Biyografi” terimi ilk kez bu yüzyılda, John Dryden tarafından Plutarch’ın Paralel Hayatlar
çevirisinin önsözünde kullanılmıştır.(Karaca, 2014).  
18. yüzyılda biyografi eserlerinde ele alınan kişi, övgü kaygısından uzak, objektif bir şekilde yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu yüzyılda iki önemli isim türün gelişimine katkı sağlamıştır: James Boswell ve Samuel Johnson.(Zengin, 1994).
19. yüzyılda Victoria döneminin etkisiyle biyografilerde ele alınan kişinin sadece iyi özellikleri ile yansıtıldığı görülmektedir. Bu da biyografilerin fazla didaktik öğeler taşımasına ve Boswell’in savunduğu “gerçeklik” ten uzaklaşmasına sebep olmuştur.(Çelebioğlu, 2007).
20. yüzyılda modernizm akımı, İkinci Dünya Savaşı gibi önemli gelişmeler biyografi türünü de etkilemiştir. Virginia Woolf’a göre artık biyograf, eserin öznesinin peşinde sürüklenmek zorunda değildir. Tarihçi konumundan seçici, yargılama hakkı olan ve objektif bir sanatçı konumuna geçmiştir. En önemlisi de artık eser öznesi ve biyograf eşittir. (Çelebioğlu, 2007). Bu durumu eserleriyle somutlaştıran en önemli isimlerden biri ise Lytton Strachey’dir. Strachey eserleri ile Victoria dönemi sahteciliğine karşı çıkarak biyografinin tarafsız olması gerektiğini savunmuştur. Yine bu yüzyılda İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkan insanlar tecrübelerini aktarmak, ruhsal olarak içlerini boşaltmak amacı ile biyografiye yönelerek, bu türde birçok eser verilmesini sağlamışlardır.
1.3. Tür Özellikleri
Bir kişinin yaşamını genellikle kronolojik sırayla, öznenin karakteristik özelliklerini belli bir anlatı yoluyla aktarmayı amaçlayan biyografinin üç temel alanla bağlantılı olduğu söylenebilir: tarih, psikoloji ve edebiyat. Bu üç dal ile de yakından ilintili olan biyografinin, tarih mi yoksa edebiyat mı olduğu sorunu ise günümüzde dahi çözülememiştir.
Bizim konumuz ise edebi biyografilerdir. Biyografinin edebiyat olarak kabul görmesi, roman türünün ortaya çıktığı 18. yüzyıla denk gelmektedir. Bu iki tür, romanın ortaya çıkışı ile başlayan ve günümüze dek süren bir etkileşim içine girmişlerdir. Roman türünün etkisi ile biyografilerde gerçeklik çizgisi kaybolmuş, kurmaca ile gerçek iç içe geçmiş, hayali karakterlerin öyküleri biyografik roman biçiminde yazılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda ise bu durum tersine dönmüş, gerçek kişilerin yaşam öyküleri kurgusal bir roman çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. (Karaca, 2014). Bu dönemdeki biyograflardan beklenen hem gerçeklerden kopmaması hem de sanatsal bir yapıt ortaya koyabilmek için hayal gücünden yararlanmasıdır. Bu noktada ise biyografinin gerçeklik sorunu ortaya çıkmaktadır.
Tanımında da yer verdiğimiz gibi biyografi gerçek bir yaşamın tezahürüdür. Victoria dönemi biyografilerinin başlıca özelliği olan öğretici, yol gösterici ve ahlaki olma kaygısı gibi durumlar biyografilerde gerçekliğin önüne geçmektedir. Bu durumda biyografide anlatılan kişi yazarın ya da toplumun onu görmek istediği şekilde yansıtılmakta dolayısıyla türün esas gereği olan gerçeklik saf dışı bırakılmaktadır.
Edebi biyografide diğer alanlardan farklı olarak yazar, olayları kronolojik sırayla anlatmak zorunda değildir. Önemli olan yazarın üslubu, yaşam öyküsünü kurgulayış biçimidir. Örneğin anlatı içinde geri sapım, ileri sapım tekniklerini kullanarak eserinin kurgusunu tarihsellikten kurtarabilir.
Biyograf, ne kadar objektif olmaya çalışırsa çalışsın eserin öznesine tarafsız yaklaşamaz. Eseri oluştururken mutlaka bir amacı vardır. Bu amaç, toplum gözünde olumsuz olan bir kişinin imajını yenilemek, olumluya çevirmek olabileceği gibi; toplum tarafından sevilen, topluma mal olmuş bir kişinin hayatını anlatarak hedef kitle belirlemek de olabilir. Böylece eserinin satılma, okunma kaygısını ortadan kaldırmış olur.
Okurun bu tür eserlere yönelmesinin sebebi ise, hayatı anlatılan kişiye karşı duyduğu merak duygusudur.
           1.4. Türk Edebiyatında Biyografi
Türk edebiyatında yaşam öykülerinin ilk örneklerini Göktürk Yazıtlarında görmekteyiz. Her ne kadar bu yazıtlarda gerçek ile destansı öyküler bir arada olsa da toplum liderlerinin hayatlarına dair izler taşıdığı için biyografik özelliklere sahip oldukları düşünülmektedir. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra peygamberlerin, sahabelerin ve evliyaların hayat hikayelerini anlatan eserler ön plana çıkmıştır. Osmanlı döneminde ise biyografi olarak nitelendirebileceğimiz tezkireler ön plandadır. Kelime anlamı  “zikr, zikredilen” olan tezkireler klasik Türk edebiyatı şair ve yazarlarının eserlerini ve hayatlarını içeren yapıtlardır. (Akar, 2013). Türk edebiyatında günümüz biyografi türüne ilk adım ise Tanzimat dönemi ile birlikte atılır. Bu dönemdeki batılılaşma hareketi ile biyografi türü tanınmaya başlanır. 1950lerden sonra biyografi, roman türü ile sıkı bir ilişki içine girmiştir. Biyografik romanlara başvurulmasının temel sebebi ise, yazarların, eserlerinde yer verdikleri kişilere belli bir yakınlık duymaları olmuştur.(Reyhanoğulları, 2013).


2. Otobiyografi
“Otobiyografi; kendilik anlamına gelen autos, yaşam anlamına gelen bios, yazı anlamına gelen graphe kelimelerden oluşmuş, kendi yaşam öyküsü anlamını taşıyan Yunanca kökenli bir sözcüktür.”(Davarcı, 2010).
Otobiyografi yazarın öz yaşam öyküsü olduğundan, eserin objektif bir anlatımla yazılıp yazılmadığı bu tür için bir tartışma konusudur. Bu tartışma konusu çok da yersiz değildir. Zira yazar kendine dair özellikleri yansıtırken çok da tarafsız olamayacağından gerçeklerin tek taraflı ele alınması ve çarpıtılma ihtimali daima söz konusudur. Otobiyografinin öznesi ve yazarı aynı kişi olduğundan ve okuyucu, esere bu gerçeği bilerek yaklaştığından, yazar eserin kurgusunda gerçeklik sınırları dışına çıkmamalıdır. (Arslan, 2009).
Kişinin otobiyografi türü aracılığıyla kendi hayatını anlatmak istemesinin bazı sebepleri vardır. Bu sebepler şöyle sıralanabilir: günah çıkarma, toplum içinde kimlik oluşturma, yeryüzünde konumunu saptama, kendini haklı çıkarma. Bu içgüdülerle ortaya konan eser, yazarın kendini gerçekleştirmesi olarak algılanabilir.
Otobiyografide üç ayrı gerçeklikten söz edilebilir: Hikayenin yaşandığı zaman, hikayenin hatırlandığı zaman ve hikayenin okunduğu zaman.(Paşaoğlu, 2012).
Çoğu diğer edebi tür gibi otobiyografi de batı kültüründe can bulmuş bir anlatıdır. Otobiyografinin, Batı kültürünün itiraf etme, günah çıkarma ritüellerinin bir yansıması olduğu düşünülebilir.(Kolay, 2009).
Otobiyografi “kendilik” kavramı ile özdeşleşmiş bir türdür. “Kendilik, özellikle 1980 sonrası kadın, etnik ve postmodern kimliklerin odaklandığı otobiyografi çalışmalarında merkezi bir kavramdır.” (Denizarslanı Bilginer, 2010).
Aziz Augustine’in 397 yılında yazdığı İtiraflar eseri batı kültüründe ilk otobiyografi örneği olarak kabul edilir.(Davarcı, 2010). Bu eserde Aziz Augustine’in, otobiyografinin temel unsurlarından olan itiraflara büyük yer ayırdığı görülmektedir. Dini arayışlarını ruh dünyasını yansıtarak ortaya koyması ilk otobiyografi örneği olmasının en önemli nedenidir.
13. yüzyılda Marco Polo ile başlayan seyahat hikayeleri de otobiyografinin gelişimine katkı sağlamıştır. Bu yüzyılda batının farklı coğrafyaları özellikle de yeni dünya Amerika’yı keşfetmesi insanların ufkunu genişletmiştir. Dünya ile birlikte kendilerini de keşfeden yazarlar, sadece gezip gördükleri yerleri anlatmakla kalmamışlar, kendi tecrübelerine, ruhsal değişimlerine, dünya görüşlerine de yer vermeye başlamışlardır. (Davarcı, 2010).
Ancak bu eserlerin günümüz otobiyografisini tam anlamıyla yansıttığı söylenemez. Bugünkü otobiyografi anlayışına en yakın eser Jean Jacques Rousseau’nun 19. yüzyılda kaleme aldığı İtiraflar’dır. Bu itiraflar Aziz Augustine’in itiraflarının aksine tanrı, din arayışını değil, kişinin kendini bulma çabasını ele alır.    
Otobiyografi gibi bireyselliğin ön planda olduğu türlerin batıda ortaya çıkması ve yine batıda gelişimini sürdürerek hız kazanması, ancak gelişimini tamamladıktan sonra doğuya ulaşmasının sebebini Özgür Türesay, doğulu medeniyetlerin bireycilikten çok cemaate önem vermelerine bağlamıştır. (Paşaoğlu, 2012). Türkiye’de biyografi ve otobiyografi çalışmalarının azlığını ise Adalet Ağaoğlu, kaynak azlığına ve Osmanlı’dan gelen içe kapalılık ve bireyin geri planda olmasına bağlamıştır. Selim İleri ise bu türlerde verilen eserlerin sayıca arttığını ancak nitelik bakımından zayıf eserler ortaya konduğunu söylemiştir. Enis Batur, toplumsal tabularımız ve geleneklerimiz nedeniyle bilgi-belge saklama, arşivleme yönümüzün olmadığını, bunun da biyografi/otobiyografi türünde gelişememiş olmamızın sebebi olduğunu savunmuştur. (Kolay, 2009).
Sonuç olarak otobiyografi, edebi bir tür olarak, kurmaca olmamasına karşın yüzde yüz gerçeklerin anlatıldığı bir tür değil, gerçekliğe en yakın tür olarak nitelendirilebilir. Bunun en büyük etmeni olayları yaşayan kahramanın, anlatıcının ve eserin yazarı olarak imzayı atanın aynı kişi olmasıdır. “Oakley‟ın Taking It Like A Woman otobiyografisinde karakterlerin bazılarının gerçek bazılarının kurgu olduğunu söylemesi, gerçek yaşamlar olarak anılan türe meydan okur.”(Davarcı, 2010). Görüldüğü gibi objektif bilgi ile yazarın perspektifinden esere yansıyan bilgi okuyucu tarafından ayırt edilemediği sürece bu gerçeklik sorunu gündemde kalacaktır.


3. Anı
Genel Türkçe Sözlükte anı, yaşanmış olayların anlatıldığı yazı türü, hatıra olarak tanımlanmıştır.
Anı sadece kişinin yaşanmışlıklarını anlatmaz, aynı zamanda bize, yazarın yaşadığı toplum hakkında, eserin yazıldığı dönemin tarihsel, siyasal ve toplumsal olayları hakkında bilgi verir.
“Anılar, geçmişin izlerinin aktarılmasına yardımcı olan bir tür olduğundan kişisel bellek dışında, toplumsal bellekle de ilintilidir.”(Eryılmaz, 2011). Anılar, bellekte birer imge olarak saklanırlar ve esere bu imgeler vasıtasıyla aktarılırlar. Esere ve eser aracılığıyla okura yansıyan bu imgeler, topluma yeni algılar kazandırıp, toplumsal belleğin oluşumuna katkı sağlayabilirler.
Anı türünün ortaya çıkışı ile ilgili verilebilecek bilgiler otobiyografi türünün doğuşu ile aynıdır. Çıkış noktaları aynı olan bu iki tür zaman içinde kendi farklarını ve belirgin özelliklerini ortaya koyana dek aynı başlık altında anılmışlardır.
Romalıların M.Ö. II. yüzyılda anı türünde eserler verdiği saptanmıştır. Sezar’ın yazdığı İç Savaş ve Gallia Savaşı adlı eserler anı türündeki ilk örneklerden sayılmaktadır. Bu eserlerde Sezar, ün kazanmak için savunmasız ulusları yok etmekle suçlanınca kendini aklamaya çalışmıştır. (Yumru, 1999).
Türk edebiyatında ilk anı türü Göktürk Kitabeleri’dir. Bu yazıtlarda devlet büyüklerinin, toplum hayatına sağladıkları katkıları, yaptıkları hizmetleri anlatmaları ve yazıtların olaylar yaşandıktan belli bir süre sonra oluşturulması göz önünde bulundurulduğunda bunların anı türüne örnek oldukları söylenebilir. Türk edebiyatında ilk anı örnekleri arasında yer alan bir diğer eser, 16. yüzyılda bugünkü Hindistan’da hükümdarlık kurmuş olan Babür Şah’ın kaleme aldığı Babürname’dir. Babür Şah, çocukluk döneminden başlayarak komutanlık, hükümdarlık ve edebiyat yaşamında başından geçenleri yazmıştır.(Yumru, 1999). Görüldüğü gibi Türk edebiyatında ilk anı örnekleri siyasi içeriklidir ve büyük devlet adamları tarafından kaleme alınmışlardır.
Günümüz çağdaş anı türüne en yakın eserler ise Tanzimat döneminden sonra verilmiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin sürgüne gönderildiği Rodos’ta yazdığı Menfa eseri, hem yazarın sürgün yıllarına hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun karışık dönemlerinden biri olan Tanzimat dönemine ışık tutması açısından önemli yer tutar.(Eryılmaz, 2011). Bu dönemde verilmiş bu ve buna benzer eserler yine politik içeriklidir, ilk örneklerden farkları ise artık devlet büyükleri tarafından değil edebiyat alanında yetkin kişiler tarafından yazılmalarıdır.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ise savaşı yaşayan kişiler kahramanlıklarını, başlarından geçenleri aktarmak için anı türüne yönelmişlerdir. Bu dönemde anı türünde oldukça fazla ürün verilmiştir. Başta Mustafa Kemal’in yazdığı Nutuk olmak üzere bunlara pek çok örnek vermek mümkündür. (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda vb.) (Yumru, 1999).
Anı türü birçok edebi tür ile benzerlik göstermekte ve karıştırılmaktadır. Bu türlerden biri otobiyografidir. İki türün temelinde de yazarın kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkışı söz konusudur. Ancak otobiyografide anlatı yazarın hayatı ile sınırlıdır. Anıda ise yazar, kendi hayatının yanı sıra yaşanılan dönemi, tanışılan kişilere dair izlenimleri, değerlendirmeleri ya da kendi hayatı dışında yer yer çevresindeki kişilerin başından geçenleri de anlatabilir. (Ay, 2009). Gürsel Aytaç anı ile otobiyografi arasındaki farkı şu şekilde ortaya koymuştur: Anı yazarı nesnel olmayı amaçlar, içinde bulunduğu toplumsal hayatın olaylarına, önemli kişilerine değinir, kendi özel yaşamına çok yer vermez. Otobiyografi yazarının ise nesnel olma gibi bir iddiası yoktur, onun amacı özel yaşamını kendi yaşam gelişimi içinde aktarmaktır.  
Gezi yazıları, anı ile karıştırılan bir başka türdür. Gürsel Aytaç’a göre gezi yazıları, yazarın gezip gördüğü yerlere dair tuttuğu notlara, edindiği kişisel izlenimlere ve değerlendirmelere yer verdiği yazı türüdür. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki anı ile gezi yazılarının en büyük farkı; gezi yazılarının merkezinde dış çevrenin bulunmasıdır. Anıda ise merkez yazarın başından geçen olaylardır. Anıda dış çevre, yazarın yaşantısına dair bir iz taşıyorsa önemlidir.
Anı ile benzerliği olan bir diğer tür günlüktür. Günlük, kişinin tarih atarak, düzenli aralıklarla duygu ve düşüncelerini aktardığı bir yazı türüdür. Burada önemli olan kişinin başından geçenlerin, unutulmasına imkan verilmeden kaydedilmesidir. Anı ise yaşanılan olayların üzerinden belli bir süre geçtikten sonra, olayların bellekte yer ettiği haliyle aktarılmasıdır. Günlük, kişinin anlık izlenimlerini barındırdığı için yapmacıksızdır, konular dağınıktır, kurgu yoktur. Anı ise belli bir kurgu dahilinde, yazarın belirlediği olay örgüsü izlenerek kaleme alınır. Bir diğer ayrım ise günlük, kişisel, mahrem bir yazı türü iken; anı yaşanmışlıkları anlatmak, paylaşmak için kaleme alınır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki doğuşu otobiyografi ile birlikte anılan ve kişinin kendi tarihini yazma dürtüsüyle ortaya çıkan anı türü, zaman içinde çıkış noktası yazarının hayatı olan benzer türlerden sıyrılarak kendi özgün biçimine kavuşmuştur.
4. Nehir Söyleşiler*
Ülkemizde kaynak ve belge yetersizliği sebebiyle oluşan biyografik ve otobiyografik eser eksikliğini telafi etmek için doğmuş bir türdür. Ülkemiz dışında bire bir örneği bulunmayan “nehir söyleşi” türü 2000 yılında İş Bankası Kültür Yayınları yöneticisi olan Mehmet Balabanlılar tarafından hayata geçirilmiştir. “Nehir söyleşinin kişinin özyaşamöyküsünü, mesleki yaşamını ve özel zevklerini” (Kolay, 2009) kapsadığını söyleyen Balabanlılar bu türü, sözlü tarih olarak tanımlamaktadır. Bu türü niteleyen nehir sözcüğü uzunluğu ve akıcılığı temsil ettiği için seçilmiştir. Türün amacı ise bir kişi hakkındaki bilgileri bizzat o kişinin ağzından duyarak, kayda alarak aktarmaktır.


*Bu bölüm Milliyet ve Yeni Şafak gazetelerinin resmi sitelerinde yer alan makalelerden yola çıkılarak oluşturulmuştur.
Yazarların kendi hayatlarını kaleme aldıkları anı ve otobiyografi türleri monolog iken; nehir söyleşi, eseri yazan ve hayatını soru-cevap şeklinde anlatan yazar arasında gerçekleşen bir diyalogdan oluşmaktadır.
Temel olarak benzediği biyografi türünden birçok farkı vardır. Bu farkların en başında ise nehir söyleşinin soru-cevap yöntemiyle ilerlemesi gelir. Bunun yanı sıra eserin kahramanı cevaplamak istemediği soruyu es geçebilmekte, eserde bu bilginin yer almasını önleyebilmektedir. Çünkü nehir söyleşide kahramanın cevapları dışında hiçbir bilgiye yer verilmemektedir. Böylece özne, esere aktarılan hayatı üzerinde sansür uygulama hakkına sahiptir. Ancak bu durum kahramanın hayatına dair karanlık bölgeler bıraktığı ve şeffaflığı zedelediği için tepkilere sebep olmuştur. Biyografi türü genellikle hayatı konu edilen kişiye tek taraflı yaklaşmaktadır, yani ya sadece olumlu yönleri ortaya konmakta ya da kişi olumsuz yönleri eleştiri konusu yapılmaktadır. Bu açıdan nehir söyleşi ustalıkla sorulan sorulara verilecek cevaplar neticesinde daha tarafsız ve gerçekçi bir yaklaşıma sahip.(kahramanın dürüst olduğu varsayılırsa) Biyografi ciddi bir kaynak ve belge taraması gerektiren bir türdür. Nehir söyleşinin ise tek bir kaynağa ihtiyacı vardır. Bu kaynak da eserde hayatı aktarılacak kişidir.
Türün önemli sorunlarından biri eserin yazana mı yazılana mı ait olduğu. Henüz kesin bir sonuca ulaşılmamış olan bu tartışmada genellikle taraflar çalışmanın her iki tarafa da ait olduğu görüşünde karar kılmış gibi görünmekte.
Eserin oluşmasında bazı aşamalar söz konusu. İnteraktif bir uygulama olması sebebiyle öncelikli safha tarafların birbirlerini tanıması. Bundan sonraki adım ise eserin kurgusunun belirlenmesi. Eserlerin genelinde yaşam öyküsü üç ana başlık altında konuşulmakta: İlk başlık çocukluk, aile yaşamı, eğitim hayatını kapsayan dönem. İkincisi kişinin şu anda meşgul olduğu iş, çalışma yaşamı, başarıları, başarısızlıkları, edindiği tecrübelerden oluşan bölüm. Üçüncü ise hayata bakışı, günlük yaşamı, ilgi alanları gibi daha kişisel yönlerin ele alındığı bölüm.
Bazı yazar ve eleştirmenlerin nehir söyleşi hakkındaki görüşleri ise aşağıda verilmiştir:
Nazan Bekiroğlu, bir kitap yazarken her bilginin ve malzemenin kitapta yer alamadığını, kullanılamadığını söylemiştir. Söyleşilerin özellikle de nehir söyleşilerin bir yazar için eserlerinde dile getiremediklerini açığa çıkarmak için en uygun mecra olduğu görüşündedir.
Tahsin Yücel, sanatçının kendini anlatabilmesi, yapıtları hakkında bilgiler verebilmesi açısından nehir söyleşilerin faydalı olduğu görüşündedir. Ona göre söyleşiyi yapan kişi, sanatçıyı tanımalı, eserleri hakkında detaylı bilgi sahibi olmalıdır. Tahsin Yücel’in bu görüşünden yola çıkarak diyebiliriz ki nehir söyleşi, ön araştırma gerektiren bir türdür.
Tarihçilerin Kutbu eserinde Halil İnalcık ile nehir söyleşi gerçekleştiren Emine Çaykara da Tahsin Yücel gibi ön araştırma gerekliliğini vurgulamakta. Söyleşi esnasında uygun sorular sorabilmek, söyleşiyi yönlendirebilmek ve kişinin hayatını sağlıklı aktarabilmek için ön araştırma yapılması gerektiğini savunur. Aşkın Sonu Cinayettir eserinde Pınar Kür ile nehir söyleşi gerçekleştiren Mine Söğüt ise ön araştırma yapmamıştır, bunun sebebini kişinin kendi hayatını yorumlayışının önemli olduğunu söyleyerek dile getirmiştir.
Handan İnci, ülkemizde biyografik çalışmaların eksikliğinden yakınmaktadır. Bu alandaki çalışma azlığının sebebini ise toplum olarak bilgi-belge saklama konusundaki ihmalkarlığımızla açıklamıştır. Ona göre nehir söyleşiler bu alandaki açığı kapatacak en önemli kaynaklardan biridir. Diyebiliriz ki Handan İnci nehir söyleşileri, biyografın işlemesi gereken bir hammadde olarak görmektedir.


5. Kaynakça
Akar, G. A. (2013). Tanzimattan II. Meşrutiyete Türk Edebiyatında Biyografi. Yıldız Teknik Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Arslan, S. (2009). Halide Nusret Zorlutuna’nın Otobiyografisinde “Bir Devri Gömmek”. İstanbul Bilgi Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Çelebioğlu, S. (2007). Türk Edebiyatı’nda Modern Biyografinin Doğuşu. Boğaziçi Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Davarcı, G. (2010). Şen Sahir Sılan’ın Otobiyografisinde ‘Ben’in Suskunluklarının Feminist Analizi. İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Denizarslanı Bilginer, Y. (2010). Kendiliğin Anlatıları: Çağdaş Amerikan Edebiyatında Otobiyografi. Ege Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Karaca, G. (2014). David Lodge’un Biyografik Romanlarının Karşılaştırmalı İncelenmesi: Author, Author ve A Man of Parts. Atatürk Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum.
Kolay, H. (2009). Cahit Uçuk’un Özyaşam Öyküsü: Otobiyografi ve Kadın Tarihi. Ege Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Paşaoğlu, A. (2012). Türkiye’de Mimar Otobiyografileri. İstanbul Teknik Üniversitesi/Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
Reyhanoğulları, G. (2013). Elbet Sabah Olacaktır: Fikret’in Romanını Yazmak. Turkish Studies, 8-9, 2157-2173.
Zengin, B. (1994). Alman ve Türk Edebiyatlarında Biyografi ve Stefan Zweig’ın Nietzsche, Hölderlin, Kleist Biyografileriyle; Abdilhak Şinasi Hisar’ın Ahmet Haşim Biyografisi. Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Eryılmaz, D. (2011). Ermeni, Fransız ve Türk Literatürlerinde Anı Türü. Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Ay, İ. (2009). Muallim Naci, Ahmet Rasim ve Halide Nusret Zorlutuna’nın Anı Türündeki Eserleriyle Çocuk Edebiyatımızdaki Yeri ve Başlıca Temaları. Selçuk Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Yumru, D. (1999). Bir Anlatı Türü Olarak Anı. Mersin Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Mersin.
Saka, H. (04 Haziran 2008). Nehir Söyleşi Biyografinin Yerini Tutar mı?. Yeni Şafak Gazetesi. www.yenisafak.com.tr.
Bir Ömre Tanıklık Eden Söyleşiler. (28 Mart 2007). Milliyet Gazetesi. www.milliyet.com.tr.

1 yorum:

  1. HASAN SANCAK KİMDİR?
    https://biyografi.com.tr/hasan-sancak-kimdir/?fbclid=IwAR0IvSCn3_udesfD7WEjfsyLuuEX_YWMEWcCAz06d_u_HlvhXCdQVt9VMLY


    xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

    HASAN SANCAK,400 SAYFALIK BAYRAK ŞİİRLERİNE DESTEK BEKLİYOR!

    https://www.gundemgazetesi.net/hasan-sancak400-sayfalik-bayrak-siirlerine-destek-bekliyor-74918h.htm

    YanıtlaSil