Yüzyıllar boyunca toplumda ikinci planda kalmış kadının, erkekler ile aynı haklara ve aynı toplumsal statüye sahip olması amacından hareketle ortaya çıkan feminist yaklaşımın ilk söylemleri Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkmıştır. Ancak teorik boyutta kalan bu söylemler tek başına yeterli olmamıştır. Simone de Beauvoir’ın toplum tarafından “öteki” olarak algılanan kadın üzerindeki görüşü, feminist hareketin hayata geçirilmesi için atılan ilk adım olmuştur. Beauvoir’a göre toplumda kadın, erkeğin normlarına göre değerlendirilmekte ve erkekle olan ilişkisi bağlamında tanımlanmaktadır. Kadının “öteki”liğine yapılan bu vurgu hareketin devinimini hızlandırarak radikal bir görüşün temellerini atmıştır. (Yamaner 2005). Bu aşamadan sonra kadının kapatıldığı özel alandan kamusal alana geçişinin sağlanması için çalışmalar başlatılmıştır.
Bir kuram olarak sistemleşen feminizm tüm disiplinlerde olduğu gibi edebiyatta da büyük yankı uyandırmıştır. 20. yüzyılın başlarında kadına ait bir edebiyat üzerinde duran Virginia Woolf feminizm hareketinin edebiyattaki öncülerinden olmuştur. Feminizm ile birlikte oluşmaya başlayan kadın edebiyatı, feminist eleştiri yöntemi ile mercek altına alınmıştır. Berna Moran, okur olarak kadına yönelik feminist eleştiri ve yazar olarak kadına yönelik feminist eleştiri olmak üzere iki ayrı başlık üzerinde durmuştur. (Şen 2011).
Okur olarak kadına yönelik feminist eleştiri yöntemi, kadın okurun edebi metne erkek okurdan farklı yaklaşacağı görüşünden hareket etmektedir. Bu yöntemin amacı erkek yazarların eserlerindeki kadın imgelerini incelemektir. Bu doğrultuda erkek yazarın eserinde, kadına yaklaşımı, klişe kadın tipleri, kadın düşmanlığı gibi konular irdelenir. Erkek yazarların eserlerinde kadınlara yaklaşımı bir anlamda toplumun kadına bakış açısının dışa vurumudur, çünkü toplum erkek egemen bir yapıya sahiptir. Bu çarpıcı gerçeğe eserinde yer veren Woolf bazı ünlü bilge, yazar ya da liderlerin kadınlar hakkında görüşlerini ortaya sermiştir. Pope, kadınların kişilikten yoksun olduklarını; La Bruyere, kadınların daima uçlarda gezindiğini; Napolyon kadınların eğitilemeyeceğini dile getirmiştir; bunların yanında Mussolini’nin kadınlardan nefret ettiği belirtilmiştir. (bkz. Woolf 2014). Türk Edebiyatında ise Orhan Kemal’in eserleri incelendiğinde kadına karşı açıkça düşmanlık güden bir tutum sergilendiği görülecektir. Toplumsal yaşamda ötekileştirilen, ikinci sınıf olarak muamele gören kadın, edebiyatta da aynı yaklaşıma maruz kalmakta, daima kötülenmekte ve geri planda bırakılmaktadır. Ancak erkek yazarlar tarafından ele alınmış tüm eserlerde kadın düşmanlığı olduğunu söylemek bizi yanlışa sürükler. İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinden Shakespeare’in oyunlarının birkaçını bile gözden geçirmek, onun edebiyatında kadının ne kadar kuvvetli bir imge olarak ele alındığını anlamamıza yetecektir. Nitekim Woolf da eserinde buna değinmekte, Shakespeare’in güçlü kişiliğe sahip, yeri geldiğinde hükümdarlara söz geçirebilen kadın karakterler ortaya koyduğunu göstermektedir. (bkz. Woolf 2014, s. 49). Örneğin Lady Macbeth karakteri sarsılmaz kişiliği, hırslı yapısı ile toplumdaki kadın imgesinin bir zıttı gibidir.
Yazar olarak kadına yönelik feminist eleştiri yönteminde ise kadın, bir yazar olarak ele alınır. Bu yöntemin amacı yazar olarak kadının sosyal konumunun, psikolojisinin ve yaşantısının eserdeki yansımalarını ortaya çıkartmaktır. Bu yöntemde ele alınan bir başka konu ise kadının kendine ait bir dili ve üslubu olup olmadığıdır. Kadının edebiyat dünyasında boy göstermeye başlamasıyla birlikte “Edebiyatın cinsiyeti var mıdır?” sorusu akılları kurcalar. Julia Kristeva, Luce Irigaray ve Helen Cixous “dişil dil” varlığı üzerinde durarak feminist edebiyat eleştirisinin oluşumuna katkı sağlamışlardır. (bkz. Yamaner 2005). Kadın edebiyatının öncülerinden ve önemli yazarlarından Virginia Woolf ise cinsiyetsiz bir edebiyatı savunmaktadır. Woolf’a göre katışıksız biçimde kadın ya da erkek olarak yazmak edebiyatta öldürücü bir etkiye sahiptir. Kurmaca yazını oluştururken her kadının içinde biraz erkeklik, her erkeğin de içinde biraz kadınlık barındırması; karşıtların birliğinden yararlanılarak cinsiyetçi önyargının önüne geçilmesi gereklidir. (Woolf 2014, s.116-117).
Ataerkilliğin hüküm sürdüğü toplumlarda geleneksel edebiyat, erkek merkezli, egemenliğin erkeklerde olduğu, kadınların bir figürden ileri gidemediği bir alandır. Kadınlar yüzyıllar boyunca yazma, okuma, eğitim alma gibi haklardan mahrum bırakılmışlardır. İngiltere’de de ataerkil bir düzenin hüküm sürdüğünü belirten Woolf, eserinde 19. yüzyılda dahi kadınların hiçbir yazınsal eğitim almadıklarına sıklıkla değinmiştir. Medeniyetin beşiği diyebileceğimiz İngiltere, Orta Çağ’ın karanlık, baskıcı, dogmatik ortamından çıkıp Aydınlanma Çağını yaşamış bir ülke olarak, bireyin aklının ön plana çıktığı bir dönemde kendi ile çelişerek kadını ikinci plana itmekte, kadının aklını, yazınsal yetilerini kullanmasını gerek yasalar gerekse de toplumsal normlarla engellemektedir.
Virginia Woolf’un kaleme aldığı Kendine Ait Bir Oda eseri kadın hareketinin manifestosu niteliğindedir. 1929 yılında yayımlanan bu kitap, Woolf’un 1928’de Newnham ve Girton College’lerinde verdiği iki konferanstan oluşmaktadır. (bkz. Altınova 2014). Kitabın çıkış noktasını oluşturan bu konferansların konusu “Kadın ve Kurmaca Yazın”dır. Woolf, kadın ve kurmaca yazın konusunu dinleyiciye-okuyucuya bir hayali kahraman aracılığıyla aktarır. Bu kahraman Oxford ve Cambridge Üniversitelerinin birleşiminden oluşan Oxbridge Üniversitesini ziyaret ederek, yazarın konuşma konusu olan kadın ve kurmaca yazın üzerine bir araştırmaya girişir. Yazar bu iki köklü üniversitenin adını birleştirerek hayali bir üniversite oluşturur; çünkü iki üniversitenin de uygulamalarına karşı eleştirel, alaycı bir yaklaşımı vardır. Bu uygulamalardan en çok dikkat çekenleri; kadınların üniversite kütüphanelerine alınmamaları, çimenlerin üzerinde sadece erkek üniversite öğrencilerinin ve profesörlerin yürüyebilmesi, kadınların ise patika yolda yürüme zorunluluğudur. Bu araştırmada bizlere kadının toplumdaki, edebiyattaki yerini, geleneksel İngiliz edebiyatının erkek egemenliğini, kadın edebiyatının gelişim safhalarını, kadınların toplumsal hayatta, edebiyatta varolabilmeleri için gerekli bazı noktaları göstermektedir.
Altı bölümden oluşan eserin birinci bölümünde hayali kahramanımızın Oxbridge’de geçirdiği zamana tanıklık ederiz. Daha önce de değindiğimiz gibi kadınların günlük yaşamlarında karşılaştıkları ayrıştırıcı tutumlara şahit oluruz. Bu bölümdeki önemli tespitlerden biri kadınların para kazanmasının olanaksız olduğu, para kazansalar bile yasal olarak o paranın kendilerine ait olmadığıdır.
Birinci bölümde Oxbridge’deyken ikinci bölümde Londra’dadır eserin kahramanı. Erkeklerin neden hep şarap, kadınlarınsa su içtikleri sorusu üzerinden kadın-erkek arasındaki ekonomik uçuruma değinir. “Kadınlar neden yoksuldur?” sorusu kitabın ilerleyen bölümlerinde de sık sık karşımıza çıkmakta ve kadınların edebiyattan uzak kalmalarının sebeplerinden birinin de yoksullukları olduğu savunulmaktadır. Kahramanımız burada da araştırmasına devam etmek amacıyla British Museum’a gider. Ancak burada dikkati çeken unsur kadınlar üzerine yazılmış nitelikli eserlerin yok denecek kadar az olması ve bu kitapların neredeyse hepsinin erkek yazarlar tarafından yazılmış olmasıdır. Bu bölümde değinilen bir diğer önemli nokta o dönemde kadınların çalışabileceği işlerin sınırlılığıdır.
Üçüncü bölümde Profesör Trevelyan’ın İngiltere Tarihi kitabının “Kadınlar” maddesine bakan kahramanımız, evli kadınların kocaları tarafından dövülmesinin yasal olduğunu, bunun yanı sıra kız çocukların ailelerinin seçtiği kişilerce evlenmelerinin zorunlu tutulduğunu, bu duruma itiraz etmeleri halinde toplumdan tepki almaksızın dövülebileceklerini öğrenir.
Yazar bu bölümde toplumsal bir paradoksu gözler önüne serer: Kadınlar kurmaca yazında krallara hükmedecek, şiirin en önemli konusu olacak kadar önemliyken; tarihte, gerçek yaşamda hiç yerleri yoktur.
Dördüncü bölümde dönemin öncü kadın yazarları ve eserleri hakkında ayrıntılı yorumlar bulunmaktadır. Burada önemli olan bu yazarlardan bazılarının kadın edebiyatının gelişimine sağladıkları katkılardır. Lady Winchilsea’nin şiirleri nefret ve üzüntüyle doludur. Bunun sebebi erkeklerin, kadınları yazmaktan alıkoyacak güce ve yetkiye sahip olmalarıdır. Daha önce bahsettiğimiz Düşes ve şimdi sözünü ettiğimiz Lady soylu sınıfa mensup kadın yazarlardır. Aphra Behn ise orta sınıf bir aileden gelen ve yaşamını çalışarak kazanan, ekonomik özgürlüğünü elde etmiş bir yazardır. Behn’in kadın hareketine ve kadın edebiyatına en büyük katkısı, yazarak para kazanılacağını kanıtlaması ve kadınlara düşüncelerini açıklama hakkı kazandırması olmuştur. Bu dönemden itibaren kadınların edebiyata yönelmesi delilik, kafa karışıklığı olmaktan çıkıp; özgürlük yolunda adımlara dönüşmüştür. 18. yüzyılın ilk yarısında kadınlar klasiklerin tercümesi, denemeler, edebi değeri olmayan romanlar gibi pek çok yazılı ve zihinsel faaliyette bulunmuşlardır.
19. yüzyılda kadın yazınındaki genel eğilimin şiirde olduğu ancak roman türünde de ciddi sayıda eserler verildiği görülmektedir. Bunlardan en önemlisi ise Jane Austen’ın yazdığı Aşk ve Gurur’dur. Bunun yanı sıra Emily Bronte’nin yazdığı Uğultulu Tepeler, George Eliot’ın Middlemarch eseri ve Charlotte Bronte’nin yazdığı Jane Eyre romanı oldukça önemli eserlerdir. Bu yazarların hiçbir yazınsal eğitim almamış olmaları, arkalarında herhangi bir yazınsal geleneğin gücünün olmaması bu öncü kadın yazarların karşılaştıkları en büyük zorluklardan bazılarıdır. Kadınlar edebiyat dünyasına girene kadar tüm yazın gelenekleri belli başlı kalıplara kavuşmuştu, en yeni sayılabilecek ve yeniliğe en açık olan yazın türü ise romandı. Bu nedenle öncü addedebileceğimiz bu kadın yazarlar düz yazı türüne yönelmişlerdir.
Beşinci bölümde, kadınların da artık erkekler kadar kitap ürettiği ve sadece şiir, roman alanlarında değil; oyun, eleştiri, tarih, biyografi, bilimsel araştırma, gezi, felsefe, bilim ve ekonomi alanlarında da eserler ürettikleri dile getirilmektedir. (89). Bu eserler öncekilerden farklı olarak kadının kendini dile getirmek amacıyla değil, sanat yapmak amacıyla ortaya koydukları eserlerdir.
Altıncı bölümde artık hayali kahramanımız ortadan kalkmış, yazarla baş başa kalmışızdır. Yazar bu bölümde eserin geneli içinde bahsettiği konuları toparlama ihtiyacı duyar. En çok da neden kişinin kendine ait bir odası ve yıllık beş yüz poundluk bir geliri olması gerektiği konusu üzerinde durduğunu açıklamaya çalışır. Kişinin yıllık belli bir gelirinin oluşu ekonomik özgürlüğü, erkeklerden bağımsız yaşantıyı kısacası kişisel özgürlüğü beraberinde getirdiği için önemlidir. Çünkü Woolf’a göre zihinsel özgürlük maddiyata dayalıdır. Kadınlar yüzyıllardır yoksul olduklarından zihinsel üretim faaliyetlerinde bulunamamışlardır. Kişinin kendine ait bir odasının olması ise düşünce özgürlüğünü simgelemektedir. Simgesel anlamının yanı sıra ayrı oda meselesine yazar kitap içinde birçok kez değinmiş ve bu kavramı somutlaştırmıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda kadınların kendilerine ait ne bir alanları ne de zamanları bulunmaktaydı. Yazma eylemini gerçekleştirebilecekleri tek yer, ortak kullanım alanı olan salondu. Buranın da daima gelen gidenle, akrabalar ve eş dostla dolu oluşu edebi bir eser üzerinde çalışmayı imkansız kılıyordu. Bu nedenle Woolf, kadınların hem zihinsel özgürlüğe kavuşabilmeleri hem de rahat bir çalışma ortamı elde edebilmeleri için “kendine ait bir oda” kavramı üzerinde çok durmuştur.
Bu bölümün daha doğrusu konuşmasının sonunda yazar, kadınları harekete geçirmek için onlara, kazanılmış haklarını hatırlatır. 1866’dan beri İngiltere’de kadınlar için iki fakülte kurulması, 1880 yılından beri evli kadının kendi mal varlığına yasal olarak sahip çıkabileceği, 1919’dan itibaren oy hakkının bulunduğu bu kazanılmış haklardan bazılarıdır.
Toplumun erkek merkezci zihniyeti tarafından ötekileştirilen kadın, kendi hemcinslerinden de destek görmemektedir. Şiir yazma girişimlerinde bulunan Newcastle Düşesi Margaret Cavendish için bazı hemcinsleri kitap ve şiir yazdığı için kafasından rahatsız olduğu yorumlarını yapmışlardır. Hem erkeklerin hem de kendi cinslerinin tepkilerine maruz bırakılan kadın yazarlar 19. yüzyıl İngiltere’sinde takma isim kullanarak edebiyat üretmeye çabalamışlardır.
Sonuç olarak Virginia Woolf, kadın hareketinin vazgeçilmez el kitabı haline gelen Kendine Ait Bir Oda eserinde, dönemin büyük bir eksiği olan kadın yazını sorununu dile getirmiştir. Bizlere kadının toplumsal hayattaki yerini, ona karşı uygulanan yaptırımları, yasalar önündeki durumunu, birçok ünlü erkek tarafından kadına yaklaşım tarzını, kadınların yazma konusunda karşılaştıkları zorlukları ve bu zorlukları nasıl aştıklarını, kadın edebiyatının zaman içindeki gelişimini sunmaya çalışmıştır. Bunu yaparken çarpıcı örneklerden yaralanmış, sorunların çözümü için bazı önerilerde bulunmuş, çoğunlukla da kadınlara da yol gösterici olmaya çalışmıştır.
2. Türkiye’de Kadın Otobiyografileri
Kadın hareketi ile birlikte önem kazanan kadın tarihi ve kadın edebiyatı bilgi ve belge toplama sorununu gündeme getirmiştir. Yüzyıllardır erkek egemenliğinde olan tarih ve edebiyat alanlarında kadınların izlerini taşıyan belgelere ulaşmak neredeyse imkansızdır. Bu durum da kadının kendi tarihini ve edebiyatını oluşturma girişimini beraberinde getirir. Erkek egemen tarih ve yazında nesne konumunda olan kadının özne konumuna geçmesi ve kendi sesini duyurabilmesi açısından otobiyografiler feminist yaklaşımda büyük önem taşır.
Türkiye’de son yıllarda otobiyografi çalışmaları artış gösterse de henüz beklenilen seviyeye ulaşmış sayılmaz. Otobiyografisi yayınlanmış kadınlara baktığımızda genellikle kamusal alanda etkinlik gösteren kadın yazarlar ön plana çıkar. Halide Edip Adıvar, Halide Nusret Zorlutuna, Cahit Uçuk, İsmet Kür, Sabiha Sertel, Nermin Abadan Unat, Tatyana Moran, Mina Urgan gibi isimler gerek özel gerekse de kamusal yaşamlarını içeren otobiyografiler kaleme almışlardır. (bkz. Kolay 2009).
Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları eserinde; Nermin Abadan Unat, Kum Saatini İzlerken adlı eserinde cumhuriyetin doğuşuna ve gelişimine tanıklık etmiş birer Cumhuriyet kadını olarak otobiyografilerinde Atatürk’e ve onun yarattığı cumhuriyete yer vermişlerdir. Cahit Uçuk da Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar adlı otobiyografisinde Atatürk ile ilgili gözlemlerine, yapılan yeniliklere yer vermiştir. İsmet Kür’ün Yarısı Roman adlı otobiyografisinde de cumhuriyet ideolojisi hakimdir. Halide Nusret Zorlutuna ise değinilen otobiyografi yazarlarının aksine daha muhafazakar bir görüşe sahiptir. Bir Devrin Romanı otobiyografisinde, o da diğerleri gibi Atatürk’e yer verse de, cumhuriyeti kuruşundan, devrimlerinden ziyade kahramanlık yanını gösteren anlatımlara ver vermiştir. Görüldüğü gibi Cumhuriyet’in doğuşuna ve gelişimine tanıklık etmiş bu kadın yazarlar otobiyografilerinde yaşadıkları dönemi kendi deneyimleri çerçevesinde kaleme almışlardır.
Bunlar dışında Atatürk ile bir anlaşmazlık sonucunda yazılmış, bu sebeple de Atatürk’e ve Cumhuriyet’ mesafeli bir yaklaşımın sergilendiği Halide Edip Adıvar’ın Mor Salkımlı Ev eseri; Cumhuriyeti hiç onaylamamış olan Samiha Ayverdi’nin Bir Dünyadan Bir Dünyaya eseri; sosyalist kimliğiyle ön plana çıkmış Sabiha Sertel’in Roman Gibi eseri kadınlar tarafından yazılmış otobiyografik çalışmalardır.
3. Kaynakça
Altınova, B. (2014). Hayata Edebiyatla Direniş: Tomris Uyar ve Virginia Woolf’un Günlüklerinde Yükselen Kadın Sesi. Dil ve Edebiyat Eğitimi Dergisi, 12, 112-119.
Kolay, H. (2009). Cahit Uçuk’un Özyaşam Öyküsü: Otobiyografi ve Kadın Tarihi. Ege Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Şen, C. (2011). Feminist Edebiyat Eleştirisi ve Nihan Kaya’nın Gelin Hikayesinin İncelenmesi. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(2).
Woolf, V. (2014). Kendine Ait Bir Oda. İstanbul: İletişim Yayınları.
Yamaner, G. (2005). Susan Glaspell’ın Önemsiz Şeyler’inin Önemi. Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 19.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder